Marka aktivizmi hakkında düşünüp okurken, bir yandan da yazacağım blog yazısının iskeletini kafamda kuruyordum. Sağa sola “çengel atmadan”, meslektaşlarımızın yaptıkları işlere ve markalarına kara çalmadan (case olarak ele almak) bu yazıyı etkili yazmak konusunda içten içe karın ağrısı çekerken, Sevgili Eyyüp Karagüllü’nün LinkedIn postu önüme düştü.
Hızır gibi yetişti. :)
Eyyüp Karagüllü’nün InBusiness Dergisi için hazırladığı ve 1,77 milyon çalışana sahip 250 şirketi kapsayan “İş'te Kadın Gücü” araştırması açıklandı.
Veriler çarpıcı. STEM alanlarındaki kadın varlığı artıyor. Gelir getirici rollerdeki kadın oranı yükseliyor. “Eşit işe eşit ücret” gibi konular, artık pek çok şirketin gündemine girmiş durumda.
Ancak araştırmada kadın temsiline dair olumlu gelişmeler dikkat çekse de, karar alma mekanizmalarına dair temsil oranlarını daha açıkça göremedim. Bu da bize aslında hâlâ güç merkezlerinin ne ölçüde dönüşmüş olduğunu sorgulama fırsatı veriyor.
Çünkü bugün Z kuşağı devrede, Alfa kuşağı ise yolda. Ve bu kuşaklar için markaların söyledikleri değil, yaşadıkları önemli.
Bir reklamda kadın figürü kullanmak — hele ki yalnızca dikkat çekici, estetik ya da duygusal bir unsur olarak yer veriliyorsa — artık sadece yetersiz değil, yer yer metalaştırıcı da olabilir. Bu kuşaklar, temsilin şekline, bağlamına ve niyetine odaklanıyor. Görünürlük yeterli değil; anlamlı bir rol, karar gücü, hakiki bir yer görmek istiyorlar.
“İş'te Kadın Gücü” araştırmasındaki bazı veriler bu beklentiyi güçlendiriyor. Koç, Sabancı, Anadolu grubu gibi dev holdingler zirvede. LC Waikiki, Yapı Kredi, QNB, Migros gibi markalar da ön sıralarda. Bu şirketler, yalnızca kadın çalışan sayısıyla değil; politikalarıyla, örnek projeleriyle, kurumsal refleksleriyle de değerlendirilmek zorunda.
Çünkü bu kuşaklar şöyle bakıyor:
“Bir markanın aktivist olup olmadığını, kriz dönemlerinde değil; günlük kararlarında görürüm.”
Ve bu kuşakların dikkat kesildiği bir başka konu da, söylemle eylem arasındaki mesafenin artması. Eğer bir marka yalnızca çevreci görünüp gerçek bir dönüşüm sağlamıyorsa, buna Greenwashing deniyor. Kadın hakları, eşitlik, çeşitlilik gibi konular sadece bir kampanya süsü olarak kullanılıyorsa, bu da Wokewashing. Her iki durum da, özellikle Z kuşağının gözünde büyük bir güven kaybına yol açıyor. Çünkü onlar artık sadece kampanyaya değil, kurumun davranış hafızasına bakıyor.
Z kuşağı için aktivizm bir kampanya değil; kurumsal mimarinin içinden gelen bir davranış biçimi. Alfa kuşağı içinse bu zaten “default ayar” olacak. Bu jenerasyonlar sadece iyi ürün beklemiyor. Kimlik, karakter, tutarlılık bekliyor. Vitrin değil, gerçek görmek istiyor.
“Kadınları destekliyoruz” diyen bir markanın C-level kadrosunda tek bir kadın yoksa, bu artık bir iletişim hatası değil, bir değer çelişkisidir. Ve bu çelişki Z kuşağının gözünden kaçmaz. Alfa kuşağı ise muhtemelen buna doğrudan güven kaybı olarak yanıt verir.
Dolayısıyla, “aktivizm” artık kampanya ajanslarına bırakılacak bir başlık değil. Bu konu önce şirketin yönetim kurulu gündeminde olmalı. Çünkü bir konu yönetim kurulu tarafından sahiplenilmiyorsa, icra kurulu düzeyinde gerçek bir stratejiye, politikaya ya da sürdürülebilir uygulamaya dönüşemez. Toplumsal fayda, eşitlik, çeşitlilik gibi başlıkların artık “iletişim faaliyeti” olmaktan çıkıp, doğrudan şirketin stratejik ajandasına yerleşmesi gerekiyor. Ancak bu şekilde CEO toplantılarında, insan kaynakları süreçlerinde, bordro adaletinde ve performans kriterlerinde gerçek karşılık bulabilir.
Çünkü bu kuşaklar için mesele sadece konuşmak değil…
Yapmak. Yaşatmak. Gösteriş değil, gerçek.
Comentários